http://harunyahya.org/Makaleler/balina_masali.htm adresinde, National Geographic dergisinde(NGM) yayınlanmış balinaların evrimi hakkındaki makaleyi yalanlamaya çalışıyor. Makalenin girişi, genel Harun Yahya üslubu doğrultusunda NGM’e asılsız iddialarla saldırmakta, ancak burayı geçelim.
Makalede dergiye ait olduğu belirtilen geçiş türü sıralanmakta:
Pakicetus (50 milyon yıl önce > Ambulocetus (49 milyon yıl önce) > Rodhocetus (46.5 milyon yıl önce) > Procetus (45 milyon yıl önce) > Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce) > Durodon (37 milyon yıl önce) > Basilosaurus (37 milyon yıl önce) > Aetiocetus (24-26 milyon yıl önce)
Hemen ardından bu sıralamaya itirazını sunmaktadır:
Bu şemanın pek çok yanıltıcı özelliği vardır. Ancak öncelikle en temel olanını açıklayalım. Şemadaki ilk iki canlı, yani Pakicetus ve Ambulocetus, National Geographic’e göre birer “yürüyen balina”dır, ama gerçekte birer kara memelisi olan bu canlıları “balina” olarak tanımlamak, tamamen hayali hatta komik bir iddiadır.
Bilimsel bir teoriyi yanlışlamaya çalıştığınız zaman, o teorinin mekanizmasını varsayımda kabul edip, içerisindeki tutarsızlıkları sunmanız gerekir. Mevcut duruma evrim kara memelisinden deniz memelisine geçiş süreci aktarılmaktadır; Bu durumda “Şemadaki ilk iki canlı”nın kara memelisi olması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü, tekrar edelim, kara memelisinden deniz memelisine geçiş süreci aktarılmaktadır. Doğrudan bir deniz memelisinden bahsedilseydi, bu seferde “bu tamamen bir deniz memelisi, hani bunu karaya bağlayan geçiş türü” denilecekti. Karadan-Suya geçiş sürecinde hava canlısı gösterilmesi beklenmiyordu herhalde?
Bir sonraki bölümde şemadaki ilk canlıya geçilmiş:
Oysa fosilin “balina” olmakla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört ayaklı bir yapıydı. Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz, kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da fosillerini barındıran bir bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara parçasıydı.
Zaten fosilin bulunduğu yerin deniz yatağı olmaması gerekiyor; Çünkü, zaten su memelilerinin atası kara canlısı. Tekrar edelim, kara canlısı ama deniz memelisinin atası kara canlısı. Birde fosillerin bulunduğu bölge hakkında sunduğu ayrıntılar ayrıca dikkat çekici. Orada bulunan demirin paslı oluşu, timsahların su kenarında yaşaması, çoğu kaplumbağa ve salyangozların deniz kenarında yaşadığı göz önüne alınacak olursa, bu bölge deniz kenarıdır demek çok yanlış olmaz sanırım. NGM tarafından bu ayrıntıların sunulmasının nedeni budur muhtemelen. Şunu belirtmek lazım, bahsi geçen fosil, Pakistan’da bulunmuştur. Hayvanın yaşadığı dönemde(Mezozoik) Pakistan deniz kıyısıydı.
National Geographic’te sözü edilen detay özellikler, yani “azıdişlerindeki diş uçlarının düzeni, orta kulakta yer alan bir kemikteki kıvrım ve kulak kemiklerinin kafatasındaki konumu” ise, Pakicetus ile balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt olamaz:
“orta kulakta yer alan bir kemikteki kıvrım” denerek küçümsenen ve basit bir farkmış gibi sunulan şey aslında çok önemlidir. Burada küçümsenen kemik auditory bulla kemiğidir ve balinalara özgüdür. Balinalara özgü auditory bulla, azıdişlerindeki diş uçlarının düzeni ve kulak kemiklerinin kafatasındaki konumu bir araya getirildiği zaman ilişki kurulabilir. Ayrıca izlenebilecek bir yolda, bulunan ara geçiş türlerinin tümü arasındaki uyum ve tutarlılıktır. Yani, Pakicetus ile Ambulocetus ilişki var mıdır, ve bunun boyutu ne kadardır? Ardından Pakicetus ile Rodhocetus arasındaki ilişki, ardından ondan sonraki.. gibi. Çünkü burada bunu yapabileceğiniz kadar fosil ve tür, yani veri vardır. Bu yapıldığı taktirde yeterince tutarlılık göstermektedir.
Öncelikle, National Geographic’in “Diğer kara memelilerinde hepsi bir arada bulunmayan özellikler” ifadesini kullanırken dolaylı olarak da belirttiği gibi, sözkonusu özellikler başka kara memelilerinde de vardır.
Ancak diğer kara memelilerinde auditory bulla yoktur. Bir önemli konuda, “hepsinin birarda olmaması” Harun Yahya’nın pekçok kez kullandığı bir argümandır; Ancak burada bunu burada kabul etmeyerek kendi argümanıyla çelişmektedir. Ayrıyeten, tekrar burada türlerin tümündeki bütünlük ve tutarlılık göz ardı edilmektedir.
Eğer Avustralya’da yaşayan gagalı bir memeli olan Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar olsalardı, evrimciler aynı mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak) bunları da birbirlerinin akrabası ilan edeceklerdi.
Bu analoji çok yanlış ve kaba taslaktır. Öncelikle platypus ve ördek zaten akrabadır; evrimde tüm canlılar şu veya bu şekilde birbiriyle akrabadır, önemli olan ne kadar akraba oldukları. Tabii ki platypus ve ördek uzak akrabadır, ancak platypus ve ördeklerin soyu tükenmiş olsaydı ikisinin yakın akraba olmadıklarını gözler önüne serecek pekçok veri olacaktı; Uzak akraba oldukları için belirgin farklar vardır, ancak ortak atalara kadar, mesela ilkel sürüngenlere kadar takip edilmesi durumunda, farklar yavaş yavaş yok olacaktır. söz konusu türler arasında ise böyle bir durum vardır: Kambur Balina ve Pakicetus arasında görece büyük farklar vardır ancak Pakicetus ile Ambulocetus ve Aetiocetus ile Kambur Balina arasındaki farklar görece küçüktür; Bu yüzden Kambur Balina’yı karaya bağlayan atası Pakicetus‘tur.
National Geographic’in “yürüyen balina” ilan ettiği Pakicetus da farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir. Nitekim omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden Carroll, Pakicetus’un da dahil edilmesi gereken Mesonychid ailesinin “garip karakterlerden oluşan bir kombinasyon gösterdiğini” belirtmektedir. Bu tip “mozaik canlı”ların bir evrimsel ara form sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul etmektedir.
Öncelikle bilimde otorite yoktur. Sanırım bahsettiği Gould, Stephen Jay Gould. Harun Yahya’nın mozaik canlı diye dillendirdiği kavram hakkında Stephen Jay Gould’un herhangi bir kelamı yoktur; Stephen Jay Gould, mozaik evrim kavramından bahseder[1] ve bunun Harun Yahya’nın söylediğiyle hiç alakası yoktur. Bu kavram, her canlı organının birbirinden bağımsız olarak evrildiğini belirten bir kavramdır. Ve bunlar “ara form”dur.
Ayrıca Caroll’un orada söylediği şeyler bambaşka manalarda söylemiş olabilir. Burada kendi yargısına güvenmemizi beklemektedir. Birileri açta bak diyebilir, açıp bakılabilir, bu önemli değil, ancak bu kendi çekiştirebileceği kadar alıntıladığı gerçeğini değiştirmez.
Ambulocetus natans terimi, Latince ambulate (yürümek), cetus (balina) ve natans (yüzmek) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur ve “yürüyen ve yüzen balina” anlamına gelir. Canlının yürüdüğü aşikardır, çünkü tüm diğer kara memelileri gibi onun da dört ayağı, hatta bu ayaklara bağlı geniş pençeleri ve arka pençelerinin ucunda toynakları vardır. Ancak canlının bir taraftan da suda yüzdüğü, daha doğrusu yaşamını hem karada hem de suda (amfibi şekilde) sürdürdüğü iddiasının, evrimcilerin önyargıları dışında, hiçbir dayanağı yoktur.
NGM’in “Ambulocetus yüzüyordu işte, o kadar!” dediği zannedilmiyor herhalde? Bunun dayanaklarını sunmuşlardır sanırım, ancak makalede bunlardan eser yok, neyse… Bu iş bana düşüyor anlaşılan. En büyük belirti hayvanın bataklık bölgesinde bulunması, yere yakın vücudunun araziye uygun olmaması, ayağını vücuduna bağlam biçiminden yüzmeye uygun olması, gözlerinin ve burnunun yukarıda, yani su yüzeyine yakın olması vb. nedenler bu hayvanın yüzücü, hatta iyi bir yüzücü olduğuna dayanaktır.
NGM’den alıntıladığını iddia ettiği bir çizimi gösterip değerlendiriyor:
Çizime dikkat ederseniz, bir kara canlısı olan Ambulocetus’u “balinalaştırmak” için yapılmış iki küçük hileyi kolaylıkla fark edebilirsiniz:
- Hayvanın arka bacakları, yürümeye yarayan ayaklar olarak değil de, yüzmeye yarayan yüzgeçler gibi tasvir edilmiş. Oysa gerçekte canlının bacak kemiklerini inceleyen Carroll, bu canlının “kara üzerinde güçlü bir hareket yeteneğine sahip olduğunu” belirtir.
Yine, Caroll kara üzerinde güçlü hareket yeteneği derken neyi kastetmiştir? Harun Yahya’nın ima ettiği şekilde “Sanılanın aksine hayvan su canlısı değil, karada güçlü bir hareket yeteneğine sahip kara canlısıdır”ı mı? Yoksa, “Suya adapte olmuş, yüzme yeteneğinin yanında kara üzerinde güçlü bir hareket yeteneğine sahip”i mi? Bu alıntının kaynağına bakılacak olursa sanırım cevabımızı alacağız: Patterns and Process of Vertebrate Evolution, yani Omurgalı Evriminin Modelleri ve Süreci. Eminim Caroll çitayı değerlendirirken çitanın “kara üzerinde güçlü bir hareket yeteneğine sahip olduğuna” değinmeyecektir.
- Hayvanın ön ayaklarına “palet” görüntüsü verebilmek için perdeler çizilmiştir. Oysa eldeki Ambulocetus fosillerinden böyle bir sonuca varmak mümkün değildir. Gerçekte fosil kayıtlarında, bu gibi yumuşak dokular hemen hiçbir zaman görünmezler. Dolayısıyla canlının iskeleti dışında kalan özellikleri üzerinde yapılan rekonstrüksiyonlar hep spekülatiftir. Bu da evrimcilere geniş bir propaganda malzemesi sunar.
Zaten perdenin olduğunu kesin bir dille belirten hiçbir kaynak bulamadım. Ancak hayvan timsah gibi kuyruğuyla değilde arka ayağıyla yüzmesi ayaklarının büyük bir ihtimalle perdeli olduğu sonucunu çıkartır. Şu an kendisinin bu “bilinmezliği” kullanmasına propoganda diyemeyiz ama?
Ayakların perdeli olamayıcığı göstermek için, tekrar NGM’e ait olduğu iddia edilen bir çizim koymuş.
Ambulocetus fosilinin daha gerçekçi bir görünümü: Ayaklar “yüzgeç” değil gerçekten ayak ve
parmaklar arasında National Geographic’in daha önceden eklediği hayali “perde”ler yok.
Yumuşak dokular üzerine rekonstrüksiyonlar spekülasyon diyip, ardından daha gerçekçi çizimi tayin etmesi ayrı bir tezat.
Ayrıca makalenin ingilizcesinde, NGM’e ait olmayan bambaşka, aşağıdaki çizimi kullanmış. Yani çizimin NGM’e ait olduğu tartışmalı.
Ancak Pakicetus ve Ambulocetus ile bu deniz memelileri arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır. Her ne kadar National Geographic yaptığı küçük çizim hileleri ile bu farklılıkları küçültmeye çalışmışsa da, canlıların fosilleri incelendiğinde, birbirlerine bağlanan “ara form”lar olmadıkları açıkça görülür:
Ambulocetus‘u karaya bağlayan Pakicetus arasında tamı tamına 6 geçiş türü olması bu farkların nedenidir. “Ara form” iddia edilen canlılar değerlendirilmeden, doğrudan karaya bağlayan ve dolayısıyla nispeten büyük farkların olması kaçınılmaz olan bir türü değerlendirmek, kelimenin tam anlamıyla çarpıtmadır. Aynı çarpıtmayı aşağıda da devam ettirmektedir.
Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus’ta omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz. Nitekim Ambulocetus’tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında ise hiçbir “ara form” yoktur.
Bu iki tür arasındaki farkların büyük olacağını zaten evrimde öngörmektedir. Ancak geçiş türleri tek tek öncülleri arasındaki farklar değerlendirildiğinde, evrimin öngörüsünün geçerliliği gözler önüne serilmektedir. Aşağıda bu geçiş türlerinin çizimleri yer almaktadır. Bu türlere ait fosillere buradan ulaşabilirsiniz. Leğen kemiklerine ileride değineceğiz.
Basilosaurus’un ve kaşalotun omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır. National Geographic bunların “küçülmüş bacaklar” olduğu iddiasındadır. Oysa bunların bir başka fonksiyon taşıdığını ise dergi yine kendisi belirtmektedir: Sözkonusu kemikler Basilosaurus’ta “çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta”, kaşalotta ise “üreme organlarına destek olmakta”dır. Zaten oldukça önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun “körelmiş organı” olarak tanımlamak, evrimci önyargıdan başka bir şey değildir.
İkincil, nispeten küçük bir işlev taşıması, onun bacak artıkları olduğu gerçeğini değiştirmez. Konumu, anatomik biçimi nedeniyle, bacak artığı olduğu ortadadır.
Kaldı ki, Durodon gibi ardıllarından itibaren bu ayaklar işlevlerini tamamen yitirmiştir.
Görüldüğü gibi, bu artıkbacakların işlevini artık tamamen yitirmiş hali görülüyor. Aşağıda da günümüz balinalarından Kambur balinanın iskeletinin altında leğen kemiği(pelvis) artıkları görülebilir.
Balinaların leğen kemiği yoktur diyebilmek için, ya cahil olmanız, ya da art niyetli olmanız gerekir. Leğen kemiğinin bu hali alışı, art arda sıralanmış fosil kayıtlarıyla gün gibi ortadadır. Bu leğen kemiğinin hem işlevsiz, hem de körelmiş olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım.
Birde arka bacaklarla doğmuş bir yunusa bakalım.
Japonya’nın batısındaki Wakayama koyunda yakalanan, arka ayağı andıran uzuvları bulunan şişe burunlu yunus.[3][4]
Bu yunusta, kuyruklu doğan insanlar gibi, ayakları andıran uzuvlarla doğmuştur. Harun Yahya ve takipçilerinin iddia ettiği gibi evrim geçirmemiş, varlığının ilk gününden bu yana bu uzuvlardan yoksun bir genetik yapıya sahip bu yunusta bu türden bir uzvun çıkmasına neden olacak bir tek bir mutasyon ihtimal dışıdır. Bu uzuvların tek bir açıklaması vardır: Birikimli doğal seçilim sonucu arkada arka ayak benzeri bir uzuv geçmişi olup, ancak bu genetik bilginin artık olarak kaldığı bir canlı için bu mutasyon sözkonusudur.
Şimdi isterseniz elimizdekileri bir değerlendirelim.
- Fosillerle geriden günümüze doğru gelindiği taktirde, aşama aşama arka ayakların yok olduğunu görüyoruz. Yani, elimizde bu uzvun tarihini gösteren bir geçiş türü dizisi var.
- Günümüz balina türlerinde leğen kemiği artıkları mevcut. Bu da bize balinaların karasal bir geçmişinin olduğunu gösterir.
- Arka ayakları andıran uzuvlarla doğmuş en az bir tane kayda alınmış yunus var. Balinanın evrimsel geçiş türü dizisinin bir başka kanıtı.
Daha, nasıl bir nesnel kanıt talep ediliyor?
Şemada çizilen canlıların, birbirlerini jeolojik bir sıra içinde izledikleri ileri sürülmektedir, oysa gerçekte sözkonusu tarihlemeler tartışmalıdır. Asbyl L. Camp, paleontoloji kaynaklarına dayanarak konuyu şöyle açıklar:
Ashby L. Camp kimdir? Kariyerinin dönüm noktalarına bir bakalım:
- Florida Üniversitesinden dereceyle mezun olmuş[*].
- Duke Üniversitesine Hukuk Fakültesi doktora yapmış.
- Harding Din Üniversitesi’nin ve Velma R. West Greek Award’ın[**] İlahiyet Uzmanı ödülü kazanmış.
- Halen Arizona’da ki, Hristiyan Klisesi Üniversitesi’nde PAPAZ‘lık yapmakta.
Kariyerini ilahiyat ve hukuk üzerine kurmuş birinin arkeoloji ve paleontoloji üzerine görüşleri ne kadar güvenelir? Burada Ashby Camp’in görüşleri değil, çeşitli paleontoloji kaynaklarındaki dayanaklar ve bu çeşitli paleontoloji kaynakları sunulmalıdır. Konusunda uzmanlığı ve kariyeri olmayan birinin görüşlerine güvenmemiz beklenmiyor herhalde.
[*] Mezun olduğu fakülte hakkında bir kaynak yok. Ancak kariyeri dikkate alındığı taktirde, ilahiyat veya hukuk fakültesi olması kuvvetle muhtemel.
[**]Prestijli, ilahi ödüller dağıtan bir organizasyon
Biz yinede, kariyerini ilahiyat ve hukuk üzerine kurmuş Ashby L. Camp’in, çeşitli paleontoloji kaynaklarına dayandırdığı iddialarına bir bakalım.
Standart sınıflamada, Pakicetus inachus geç Ypresian dönemine dahil edilir,
Hayır, erken Ypresian dönemine dahil edilir. Bunun için herhangi bir müzenin tarihlendirmesine bakılabileceği gibi, jeoloji, paleontoloji ve antropoloji profosörü Philip D. Gingerich [5] nolu kaynağına bakılabilir. Bu neden önemlidir, çünkü geç ve erken dönem arasında milyonlar mertebesinde fark vardır. Söz konusu dönemlere bir bakalım:
Priabonian : 37.2 ± 0.1 – 33.9 ± 0.1 Milyon Yıl Önce
Bartonian : 40.4 ± 0.2 – 37.2 ± 0.1 Milyon Yıl Önce
Lutetian : 48.6 ± 0.2 – 40.4 ± 0.2 Milyon Yıl Önce
Ypresian : 55.8 ± 0.2 – 48.6 ± 0.2 Milyon Yıl Önce
…ama çeşitli uzmanlar bu tarihin gerçekte erken Lutetian devri olabileceğini belirtmektedirler.
Tekrar çeşitli uzmanlar. Kimdir çeşitli uzmanlar? Neden isimleri, kaynakları, dayanakları sunulmamaktadır? Çeşitli uzmanlar gibi kaçamak bir dayanakla böylesine radikal bir iddiada nasıl bulunulabilir?
Eğer daha genç olan bu yaş (erken Lutetian) kabul edilirse, o zaman Pakicetus’un yaklaşık olarak, Rodhocetus ile, yine Pakistan’da bulunmuş bir erken Lutetian fosili ile çağdaş olduğu sonucu çıkacaktır.Dahası, Pakicetus ile aynı tabakada ama 120 metre yukarıda bulunan Ambulocetus’un yaşının da Pakicetus ile aynı oranda yukarı alınması gerekecektir. Bu, Ambulocetus’un Rodhocetus’tan ve muhtemelen Indocetus’tan ve hatta Protocetus’tan daha genç olduğu sonucunu doğuracaktır.
Eğer, kariyerini ilahiyat ve hukuk üzerine kurmuş Ashby L. Camp’in, kimliği, uzmanlık alanları ve dayanakları belirsiz çeşitli paleontoloji kaynaklar ve uzmanlarına dayandırdığı iddiayı kabul edersek. Bu aslında bir “eğer” sayılmaz. Böylesine gayri-ciddi, dayanaksız ve spekülatif kaynağa güvenilemez.
… Pakicetus ile balinalar arasındaki kulak ayrımını açık-seçik ortaya koymasıdır. National Geographic’in üstteki alıntısından sonra, doğal olarak iki kulak yapısı arasında geçiş formları olup olmadığına bakmak gerekir. Pakicetus’tan sonra sırada evrimcilerin “yürüyen-yüzen balina” dedikleri, ama aslında bir kara canlısı olduğunu incelediğimiz Ambulocetus vardır. National Geographic, Ambulocetus için şu ifadeyi kullanmaktadır:
Suda yaşamaya Pakicetus’tan daha yatkın olsa da, Ambulocetus da doğrudan kulaklarıyla işitiyordu.
Yani Ambulocetus’ta da bir “balina kulağına doğru evrimleşme” durumu yoktur.
Bu yukarıdaki resim, bir Pakicetus orta kulağı kemiğidir. Bunu inceleyen, balina filojeni uzmanı Dr. Hans Thewissen, “Çok güzel bir ara form”, “Bu, kara memelilerinin kulağının suya nasıl adapte olduğunu açıklıyor.” diyor[2] .
Bir başka deyişle, Basilosaurus, tipik bir balina kulağına sahiptir. Yani dış kulak kepçesiyle değil, çenesine gelen titreşimlerle etrafındaki sesleri algılayan bir canlıdır. Ve National Geographic’in evrim şemasında kendisinden önce yer alan Pakicetus ve Ambulocetus’un kulak yapısı ile, Basilosaurus’un kulak yapısı arasında hiçbir “geçiş formu” yoktur.
Bakalım o “olmayan geçiş formlarına”.
Soldan sağa, bir Kara Memelisi(Bushbaby), Pakistan’dan yürüyen-balina(50 milyon yıllık, Ichthyolestes), Hindistan’dan balina atası(45 milyon yıllık, Indocetus) ve çağdaş yunus.
Olmayanı bu ise… Yoruma gerek var mı?
Nitekim konu teorik olarak incelendiğinde, böyle bir geçiş formunun yaşamış olmasının imkansız olduğu da görülür: Kendi içinde mükemmel bir duyma sisteminden, tamamen farklı bir yapıya sahip bir başka sisteme kademeli evrimle geçilmesi mümkün değildir. Çünkü ara aşamalar verimli olmayacaktır. Yavaş yavaş kulaklarıyla duyma yeteneğini yitiren, çenesiyle duyma yeteneği ise henüz gelişmemiş bir canlı avantajlı değildir.
Bir kara memelisi olan ve bu yazıyı okuyan çoğu insan suya dalış yapmıştır. Bu kendi içinde “mükemmel bir duyma” sistemi suyun içinde ne kadar verimliydi, bir hatırlayın. Kara için verimsiz olan ara formlar, suya adapte olan ve zamanının büyük bir kısmını suda geçiren bir canlı için daha verimli olacaktır, işte bu yüzden bu canlı daha avantajlı olacaktır.
Benzer bir durum National Geographic’in “kayan burun” hikayesi için de geçerlidir. Dergi, Pakicetus, Rodhocetus ve günümüz gri balinasına ait üç kafatası iskeletini alt alta dizmiş ve bir “evrim süreci” oluşturduklarını ileri sürmüştür. Oysa üç fosilin, özellikle de Rodhocetus ve günümüz balinasının burun yapıları, aynı serinin ara formları olarak kabul edilemeyecek kadar farklıdır.
Dahası nefes deliklerinin burundan enseye doğru “yürümesi”, sözkonusu canlıların anatomisinde çok ciddi bir “yeniden dizayn” gerektirir ki, bunun rastgele mutasyonlar yoluyla sağlandığına inanmak, hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
Biz de benzer bir fosil dizisi sunalım:
Rodhocetus ve günümüz balinası arasında 46,5 milyon yıl ve tam beş tane geçiş türü var. Ve sanırım Harun Yahya’dan “yeniden dizaynlar gerektiren” durumları istemek adil olacaktır. Tabii Harun Yahya, yazılarında karşıt iddiaları sadece “bilinmesini” istediği kadarını aktardığı göz önüne alınacak olursa, bu talep gerçekleşmesi imkansız bir hayaldir desek yeridir. Söz konusu burun, alın denilebilecek bölgeden çenenin önüne doğru giden bir boru gibi olduğu için, çok ciddi yeniden dizaynlar gerektirmemektedir.
National Geographic’ten alıntının ardından Harun Yahya makaledeki en büyük çarpıtmalarından birini yapmakta.
“Bu civarda bulunan balinaların bazı atalarını gözümün önüne getirmeye çalıştım� Her kuşakta giderek kısalan ve çelimsizleşen arka ayaklarını kullanarak şapıdık şapıdık hareket etmeye çalışıyorlardı� Bir yandan arka bacakları, diğer yandan da, gövdelerini destekleyen kalça kemikleri giderek küçülüyordu� Boyun kısaldı, böylece gövdenin ön kısmı, suyu en az dirençle yarıp geçmeyi sağlayan boru biçiminde bir denizaltı gövdesini andırır bir şekle girerken, kollar da dümen biçimini almaya başladı. Dış kulaklara duyulan ihtiyacın azalmasıyla, bazı balinalar sudaki sesleri doğrudan altçene kemikleriyle algılayıp özel yağ yastıkları üzerinden içkulağa iletiyorlardı.”
[…]
Oysa biyoloji konusunda en temel bilgilere sahip olan bir kimse bile bilir ki, ihtiyaçlarımız organlarımızı kalıtsal olarak şekillendirmez. Bu, Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması” tezinin çürümesinden bu yana, yani yaklaşık 100 yıldır, bilinen kesin bir gerçektir. Ama evrimci yayınlara bakıldığında, hala Lamarck’ın teorisiyle düşünüyor gibidirler.
Şimdi, söz konusu yazıda, çok değil, bir kaç paragraf öncesine gidip bir bakalım:
Kaldı ki, sözkonusu “gelişme”nin nasıl sağlanabileceği sorusu da evrim teorisini çıkmaza sürüklemektedir. Evrimcilerin öne sürdükleri mekanizma mutasyonlardır ve canlılara genetik bilgi ekledikleri hiçbir zaman görülmemiş olan mutasyonlar sonucunda, deniz memelilerinin son derece kompleks algı sistemlerinin ortaya çıktığını ileri sürmek, akla aykırıdır.
Bir kaç paragraf önce mutasyonlardan bahsederken, “…ihtiyaçlarımız organlarımızı kalıtsal olarak şekillendirmez.” diyerek bunu Lamarck’a bağlamaya çalışmakta. Lamarck’ın hipoteziyle, Darwin’in teorisi arasında hiçbir benzerlik yoktur: Lamarck “kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması”nı esas almışken, Darwin, kalıtsal varyasyonlardan çevreye uyumlu olanın kalıtsal miras bırakabileceğini esas alır. Burada “canlının çevreye uygunlaşması” değil, “çevreye uygun olanın varlığını sürdürmesi” söz konusudur.
Eğer kendilerine itiraz ederseniz, “hayır biz Lamarkçı değiliz, kastımız, çevre şartlarının canlılar üzerinde evrimsel bir baskı oluşturduğu, bu baskı sonucunda uygun canlıların seçildiği ve böylece türün evrimleştiğidir” diyeceklerdir.
Madem bu böyleydi de, niçin Harun Yahya Lamarck’tan bahsedip ortalığı bulandırdı?
Harun Yahya’nın yaptığı çarpıtmaları bir sıralıyalım.
- Değerlendirilmelerinde sürekli olarak aradaki türleri görmezden gelip, zincirin en başıyla- en sonunu değerlendiriyor. Halbuki aradaki türlerde, bahsettiği şeylerin çoğunun evrimsel süreci görülüyor. Benzer şekilde, Procetus, Kutchicetus, Durodon, Aetiocetus gibi şemada olupta yazıda adı bile geçmeyen türler var.
- Balinaların “imzası” niteliği taşıyan bir yapıyı küçümseyerek, hatta geçiş sürecinin tutarlılığını saklayarak, kendi hükmünü nesnel delillerin üstünde tutuyor.
- Sürekli olarak, bahsi geçen süreçlerle alakasız analojiler sunarak demagoji yapıyor.
- Caroll’dan alıntılarında olduğu gibi, yaptığı alıntıları kendi istediği şeyi anlatır gibi sıralayıp sunuyor. Ve Gould’a ait olmayan bir görüşü, ona aitmiş gibi sunuyor.
- Yine Caroll’dan alıntılarında olduğu gibi karşıt tarafın iddialarının dayanaklarını çoğunlukla, ya belirtmiyor, ya da kısmen, kendi çarpıtabileceği kadarını belirtiyor.
- Ve, toplamda makalenin sadece küçük bir kısmını”değerlendirmiş” olsa da, tamamını “değerlendirmiş” gibi sunuyor.
Kaynaklar:
http://www.edwardtbabinski.us/whales/evolution_of_whales/
http://www.talkorigins.org/features/whales/
Referanslar:
[1] Darwin Ve sonrası: Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler, Tübitak Popüler Bilim Kitapları S.57
[2] National Geographic, Kasım 2001, s. 70
[3] http://www.msnbc.msn.com/id/15581204/
[4] http://abcnews.go.com/Technology/wireStory?id=2629683
[5] Gingerich P. The whales of Tethys. Natural History 1994 April; 103 (4): 86-8.